10 Nisan 2013 Çarşamba

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM ALLAHÜMME SALLİ ALA MUHAMMEDİN VE ALA ALİ SEYYİDİNA MUHAMMED

hadisi şerif te peygamberimizin buyurduğu üzere onunla birlikte hiçbir yaratık yoktu ALLAH ile birlikte hiçbir şey yoktu (tirmizi ibni mace) rivayetlerinde buyrulduğu ve (sen olmasaydın ben kainatı yaratmazdım) levlake,acluni,II:164;Hakim el Müstedrek,II.615 ifadesiyle habibi A.S hatrına bizleri yoktan var eden ve kendisine kul peygamberimize A.S ümmet kılan ALLAHA sonsuz hamdü senalar RASUL İ KİBRİYA A.S EFENDİMİZE sonsuz salat ü selam olsun.ister müslim ister gayri müslim bu dünyaya gelen herkez ALLAHA KUL OLMAK İÇİN GELMİŞTİR hangi zaman ve mekanda dünyaya gelirse gelsin kulluk sorumluluğu üzerinden kalkmaz.bu dünya hayatına geldiği nasıl gerçekse şüphesiz gideceğide gerçektir.kul olmanın da dereceleri vardır.yüce RABBİMİZİN sen olmasaydın alemleri yaratmazdım buyurduğu has kulu VE ULÜL AZM PEYGAMBERLERİN EN BÜYÜĞÜ peygamberimiz hz MUHAMMED A.S VE hatrına PEYGAMBERİMİZLE BERABER 5 ulül azm azamet sahibi peygamberler 313 nebi ve rasüller 124 bin peygamber ve ashabları bütün evliyaullah  yaratılmış bütün ins cin ALLAHA C.C derece derece yakındır kainatta boşa yaratılmayan herşey bi amaca hizmet eder ALLAHA KULLUĞA .Dağların taşların yüklenemediği bu sorumluluğu insan yüklenmiştir ama gereğini yerine getirmek lazımdır.kulluk için ne lazım geldiğini cenabı hak peygamberleri vasıtasıyla kullarına bildirmiştir. her peygamber vazifesini tamamlamış bizim peygamberimiz HZ MUHAMMED A.S AHİR ZAMAN PEYGAMBERİ OLARAK SON TABİ OLUNACAK PEYGAMBER OLMUŞTUR DİĞER PEYGAMBERLERİN GETİRDİKLERİ DİNLERDE İSLAM OLMAKLA BERABER TAHRİFATA ASLININ DEĞİŞTİRİLMESİNE UĞRATILDIKLARI İÇİN ÖNCEKİ DİN MENSUBLARININDA HİÇ ŞÜPHE YOKKİ,KUR'ANI BİZ İNDİRDİK,ELBETTE ONU YİNE BİZ KORUYACAĞIZ HİCR 9
BUYRULAN PEYGAMBERİMİZİN BİLDİRDİKLERİNE VE KURANİ KERİME TABİ OLMAKLA 
MÜKELLEFTİRLER ÇÜNKÜ CENABI HAK KİTABI MÜBİNİNİ BOZULMAKTAN TAHRİFE UĞRAMASINDAN KORUYACAĞINI VAAD BUYURUYOR YÜCE ALLAH ŞÜPHESİZ VAADİNDEN DÖNMEZ. 

Her insan, kulluk vazîfelerini yapmak için yaratıldı. Onun için herkes, Allahü teâlâyı
yaratıcı, kendisini yaratılmış bilmelidir. Bir kimsenin, Allahü teâlâya kul olması için, O'ndan
başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması lâzımdır. Bunun için büyük âlim
ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin
sonunun, en yükseğinin abdiyyet (kulluk) makâmı olduğunu ifâde etmiştir.
Allahü teâlâdan başkasının sevgisini kalbinden çıkaran, O'nu gönülle bilen ve O'nun
rızâsını kazanmış, ermiş, velî kimselere ârif-i billâh veya yalnız ârif denir.
Künûz-ul-Hakâik'da kaydedilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır: "Her şeyin
kaynağı vardır. Takvânın (haramlardan sakınmanın) kaynağı âriflerin kalpleridir."
Süleymân bin Cezâ, ârif kimsenin alâmetini şöyle belirtiyor: "Susması; tefekkürü, Allahü
teâlânın büyüklüğünü düşünmesi, gördüklerinden ibret, ders alması ve Allahü teâlânın râzı
olup beğendiği şeyleri istemesidir." Bâyezîd-i Bistamî ise; "İrfân sâhibi, ârif odur ki: Seninle
yediğini, içtiğini, seninle eğlendiğini, alış-veriş ettiğini görürsün; ne var ki, onun kalbi yüce
Allah'a bağlıdır. O'ndan başka hiç bir derdi yoktur." Yine o; "Ârif boş yere konuşmaz,
devamlı Allahü teâlâyı düşünür." demiştir. Cüneyd-i Bağdâdî de; "Resûlullah efendimizin
sünnetini terk edeni ve O'ndan gelen edebleri gözetmekte gevşeklik göstereni ârif zannetme!"
îkazını yapmaktadır.

Allahü teâlâyı tam bir muhabbetle sevmek, O'ndan başka her şeyden yüz çevirmek aşk
adını alır. İmâm-ı Rabbânî; "Nefsin kötü arzularına yâni şehvete aşk ve muhabbet adını
takmamalıdır. Aşk, muhabbet kalpte olur ve kıymetlidir. Gerçek aşk, Allahü teâlâyı ve O'nun sevdiklerini sevmektir." buyurmuştur.

İbrâhim Hakkı Erzurumî de; "Aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir. Aşk, insanın
kalbinde bir ateş olup, kalpte Allah sevgisinden başka bir şey bırakmaz. Hak âşığı olanın
sözü, işi ve düşüncesi, doğru ve saftır. Uyanık kalpli ve hatâdan uzaktır." demiştir.
Dünyâya düşkün olmayan, şüpheli olur korkusu ile mübâh olanların (yâni izin
verilenlerin, helâl olanların da) çoğundan sakınan kimse mânâsına gelen zâhid, İmâm-ı
Rabbânî'nin ifâdesine göre, dünyâya gönül bağlamadığı için, insanların en akıllısıdır.

Berîka'da geçen bir hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlâ, bir kulunu severse, onu dünyâda zâhid,
âhirette râgıb (rağbet eden, isteyen) yapar. Ayıplarını ona bildirir." buyrulmuştur.
Eşyânın hakîkatini, iç yüzünü gören, anlayan kalp gözüne basîret dendiği gibi, kalp gözü
ile görme, anlama ve firâset de basîret diye isimlendirilir. İmâm-ı Kuşeyrî; "Allahü teâlâ,
müminlere bir takım basîretler ve nûrlar lutfeylemiştir (vermiştir). Onlar bu sâyede firâsette
bulunurlar. Resûlullah efendimizin; "Mümin, Allah'ın nûru ile nazar eder." hadîs-i şerîfi
bu mânâda anlaşılmalıdır" demiştir. Deylemî'nin zikrettiği bir hadîs-i şerîfte; "Gözü âmâ
(görmeyen) kimse kör değildir. Asıl âmâ, basîreti kör olan kişidir." buyrulmuştur.
Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği kullarına, evliyâya, erbâb-ı kulûb, erbâb-ı dil,
ibnü'l-vakt de denmektedir.
Allahü teâlânın emirlerine uyup, O'nun sevgisini ve zikrini gönlünden hiç çıkarmayan,
gafletten uzak, Allah adamı kimselere, velîlere ehlullah adı da verilmektedir.

Bütün sözleri, işleri ve ahlâkı, İslâm dîninin bildirdiği gibi olan, Allahü teâlânın ve
Resûlünün çok sevdiği kimselere velî ve bunun çoğulu olarak evliyâ denir.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biliniz ki, Allahü teâlânın evliyâsı için azâb korkusu yoktur. Nîmetlere
kavuşmamak üzüntüsü de yoktur." (Yûnus sûresi: 62) buyrulmuştur. Büyük muhaddis Ebû
Nuaym el-İsfehânî'nin Hilyet-ül-Evliyâ kitabında zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Evliyâ
görülünce, Allahü teâlâ hatırlanır." buyrulmuştur. Sahîh-i Buhârî'de geçen bir hadîs-i
kudsîde ise; "Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur..."

Yahyâ bin Muâz; "Evliyânın sohbetine kavuşan, şeytanın elinden kurtulur, her an Allahü
teâlâ ile berâber olur." demiş,

İmâm-ı Rabbânî de; "Mahşerde, önce Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), sonra evliyâ-yı kirâmın (kuddise sirruhum), Allahü teâlânın izni ile günâhı
çok müminlere şefâat edeceklerini ifâde etmiştir. 
Yine İmâm-ı Rabbânî, Allahü teâlânın evliyâsının, büyük günâh işlemekten mahfûz (korunmuş) olduklarını da belirtmiştir.

Evliyâ-yı kirâmın, insanları irşâdla vazîfeli olanları bulunduğu gibi, başka vazîfelerle
görevli olanları da vardır. Meselâ Allahü teâlâya yakın sevgili (evliyâ) kullardan bir kısmını
teşkil eden ebdâl, insanlara yardımda ve hizmette bulunan, halkın açıkça bilmediği ve
dünyânın nizâmı (düzeni) ile vazîfeli olup bunlardan biri vefât edince, yerine başka bir velî
bedel kılındığından yâni görevlendirildiğinden ve çok olduklarından, bedelin çoğulu ebdâl
veya büdelâ kelimesi ile tanınmışlardır.

İrşâd ehli yâni insanlara doğru yolu gösterenvelîlerden olmayıp, gözlerden saklı olan bu kimselerin sayısının yedi, kırk veya yetmiş olduğunu Seyyid Şerîf Cürcânî ifâde etmiştir.

Hilyet-ül-Evliyâ'da zikredilen bir hadîs-işerîfte bunlar hakkında şöyle buyrulmaktadır: "Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların kalpleri, İbrâhim'in (aleyhisselâm) kalbi gibidir. Allahü teâlâ, onlar sebebi ile kullarından belâları giderir. Bunlara ebdâl denir. Onlar bu dereceye namaz ve oruç ile yetişmediler." Abdullah ibni Mes'ûd; "Yâ Resûlallah! Ne ile bu dereceye
ulaştılar?" diye sorunca; "Cömertlikle ve müslümanlara nasîhat etmekle yetiştiler."
buyurdu.

Bir de evtâd denilen, evliyâ-yı kirâmdan (Allahü teâlânın sevdiği kıymetli kullarından) ve
ricâl-ül-gaybdan (açıkça bilinmeyen velîlerden) mübârek dört zât vardır ki, büyük âlim ve
velî Mollâ Câmî'nin ifâde ettiğine göre bunlar, dünyânın dört tarafında bulunurlar. Her biri
bulunduğu yerde dünyevî bakımdan huzûr ve râhatlığı sağlamakla vazîfelidir. Evtâddan
dünyânın doğu tarafında bulunan zâtın ismi Abdülhayy, batıdakinin ismi Abdülalîm,
kuzeydeki zâtın ismi Abdülmürîd, güneydekinin ismi ise Abdülkâdir'dir (r.aleyhim).
Evliyâlıkta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli âlimlerden bir kısmına da kutub
ve bunun çoğulu olarak aktâb adı verilir. İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu
bulmalarına vâsıta kılınan bu ulu kişilerden, dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla
alâkalı olana Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl veya Kutb-i medâr (medâr kutbu), din ve
irşâd işi ile vazîfeli bulunana Kutb-ül-irşâd (İrşâd kutbu) denilir.


Kutb-ül-aktâb, âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş,
rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan, ricâl-i gaybdan yâni herkesin tanımadığı
Allah adamı olup emrinde üçler, yediler, kırklar... diye söylenen yine bu işlerle vazîfeli
seçilmiş insanların bulunduğu büyük velîlerdir. Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî'nin bildirdiğine
göre, Kutb-ul-ebdâl veya kutb-i medâr da denilen bu zât her zaman bulunur. Resûlullah
efendimiz zamânında da vardı. Fakat bunlara inzivâ (insanlar arasına karışmamak) lazımdır.
Bunları herkes tanımaz. Hattâ bâzıları, kendilerini bile bilmezler. Yine İmâm-ı Rabbânî
hazretleri buyuruyor ki: "Kutb-i medâr, âlemde, dünyâda her şeyin var olması ve varlıkta
durabilmesi için, feyz gelmesine vâsıta olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi,
dertlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olmaları, bedenlerin âfiyette olması, kutb-i ebdâl
da denen kutb-i medârın feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak hidâyete kavuşmak, ibâdet
yapabilmek, günâhlara tövbe etmek ise kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Kutb-i ebdâlin (kutb-i
medârın) her zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin ondan boş kalması mümkün
değildir. Çünkü âlemin nizâmı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse),
yerine başkası tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir. Çünkü, âlemin rüşd, hidâyet ve
îmândan boş olduğu zamanlar olur. Peygamber efendimiz, zamânının irşâd kutbu idi. Bu
zamanda ebdâl kutbu ise hazret-i Ömer ile Üveys el-Karânî idiler.
Âriflerin en meşhûru, yüksek ilimler ve mârifetler sâhibi, âriflerin başı olan zâta
kutb-ül-ârifîn denir.

Kutb-i irşâda gelince: Âlemin irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve
kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan velî zât, mürşîd demek olan kutb-i irşâd, İmâm-ı
Rabbânî'nin de buyurduğu gibi, âlemin irşâdı ve hidâyeti için, feyzlerin gelmesine vâsıta olur.
Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem îmândan ve
hidâyetten büsbütün mahrûm kalır, Resûlullah efendimiz Rasul ve Nebi olarak zamânının kutb-i irşâdı idi.Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmektedir. 

Fakat kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük hâline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer, yâhut safrası bozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir. 


Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil, yetişmiş ve yetiştirebilen olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra bir tâne bulunursa, yine büyük nîmettir. Her şey onunla nûrlanır. Onun bir bakışı, kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür.


Yine büyük velî İmâm-ı Rabbânî, bu konuda şunları söylemektedir: "Kemâlât-ı

ferdiyyeye de sâhib olan kutb-i irşâd, çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra,
böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun
irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından arşa kadar,
herkese rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan feyz alır. Arada o
olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi (çok
kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O derya sanki buz tutmuştur. Hiç
dalgalanmaz.O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhut o, bir kimseyi
sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan,
sevgisi ve ihlâsına göre o deryâdan, kalbi feyz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allahü teâlâyı
zikrederse ve bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat
birinci feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât bu kimseye
kırılmışsa, Allahü teâlâyı zikretse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya
onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istemiş olsa bile, onun
zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de, yoktur.
Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler ve Allahü teâlâyı
zikretmeseler bile, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar."

Arapçada imdâd etmek, yardım etmek ve kurtuluş mânâlarına gelen bir kelime olan gavs
kelimesi, tasavvufta yüksek husûsî bir mertebede bulunan velî, insanlara yardıma yetişen
büyük zât hakkında kullanılır. Molla Câmî'nin belirttiğine göre gavs denilen büyük velî zâta,
Allahü teâlânın izni ile insanların imdâdına yetişmesi sebebiyle bu lakab verilmiştir. Gavs,
Muhyiddîn ibni Arabî'ye göre medâr kutbudur. İmâm-ı Rabbânî'ye göre ise, medâr kutbundan
ayrı ve yüksek olup, ona yardım edicidir. Bu sebeple, medâr kutbu, birçok işlerinde ondan
yardım bekler. Ebdâl makâmlarına getirilecek evliyâyı seçmekte bunun rolü vardır.
Gavs-ı a'zam en büyük gavs (yardımcı) demek olup, tasavvufta bu dereceye ulaşan
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin lakabıdır. O, insanlara ve cinnîlere yardım eden,
imdâdlarına yetişen büyük bir velî olduğundan gavs-üs-sakaleyn diye de anılır.
Avâm kelimesinin zıddı olan ve hâslar, seçkinler, büyükler demek olan havâss, ilim ve
tasavvufta, avâm ve mukallid hâlinden kurtulup, ictihâd ve velâyet mertebesine yükselen
seçkin zâtlardır. İmâm-ı Gazâlî'nin buyurduğu gibi, sultanlar, milletin mal, can ve ırzlarını
zâlim ve haydutlardan korudukları gibi, havâss da avâmın (dînî ilimlerden haberi olmayan
câhillerin) îtikâdını (inancını) bid'atçilerin (sapıkların) şerlerinden, kötülüklerinden korurlar.
Ebû Osman Mağribî'nin belirttiği gibi, bunlar iyi amelleri (güzel işleri) kendinden değil,
Rabbinden bilirler.

Allahü teâlânın velî kullarından tanınmayan, bilinmeyen ve gizli olan bâzı mübârek
kimseler daha vardır ki, Şeyhülislâm Molla Câmî'nin belirttiğine göre, insanların imdâdlarına
yetişip, işlerinde dara düştükleri zaman yardımcı olan ve onların belâlardan korunmasına
sebeb olan bu insanlara nücebâ denilmektedir.
Tasavvuf yolunda bulunanları, Şihâbüddîn-i Sühreverdî iki kısma ayırıyor: Ya mürîd
olurlar, ya murâd olurlar. Mürîdler Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için
riyâzetler ve mücâhedeler çekerler (nefsin isteklerinden kaçınıp istemediklerini yapmaya
çalışırlar). Murâdlar ise, nazlı nazlı okşanarak götürülür ve sıkıntı çekmeden, yakınlık
derecelerine ulaştırılır. Tasavvuf yolunda bulunanlardan, sıkıntı ve eziyet çekmeden Allahü
teâlânın yardım ve dilemesi ile yüksek makamlara kavuşan ictibâ yolunun sâlikleri (çekilen
talebeler) murâdlar diye isimlendirilir. İmâm-ı Rabbânî, murâd olunanların başının ve
sevilenlerin önderinin Muhammed aleyhisselâm olduğunu ifâde buyurmuştur.
Uğraşmadan, zorlamadan, külfetsiz ele geçen ihlâs devamlı olup, hakkal-yakîn
mertebesinde ele geçer. Devamlı ihlâs sâhibi, her şeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapan
muhlastır. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda, nefislerinin
arzûsu ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir velînin
kalbinden gelir. Muhlaslar ile, ihlâsı çalışarak elde eden muhlisler arasında fark çoktur. İlim
ve amele dâir öğrenmekle, anlamakla hâsıl olan kelâm ilminin bilgileri, tasavvuf yolunda
ilerleyenlerde keşf yolu ile hâsıl olur, ele geçer. Ameller, ibâdetler kolayca, seve seve yapılıp,
nefis ve şeytandan hasıl olan tembellik ve gevşeklik kalmaz. Günâhlar, harâm olan şeyler
çirkin, iğrenç görünür. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: "İblis, senin mutlak kudretine
and olsun ki, onlardan (Allahü teâlânın kullarından) muhlas olanlar hâriç hepsini
azdıracağım, dedi." (Sâd sûresi: 82-83).
Yine Allahü teâlâya yakın kullar, yakınlaştırılmışlar mânâsına gelen mukarrebler vardır
ki, hadîs-i şerîfte; "Ebrârın iyilik olarak yaptıkları, mukarrebler yanında günâh olur."
buyrularak onların dereceleri belirtiliyor. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Îmânları
ileride olanlar, Allahü teâlâyâ yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunların hepsi
mukarreblerdir." (Vâkıa sûresi: 10) buyurmaktadır. 

İmâm-ı Gazâlî onları şöyle târif etmektedir: "Mukarrebler, Allahü teâlâ için olmayan her şeyden, yemekten, içmekten,yatmaktan, konuşmaktan sakınırlar. Bunlar, din için niyet etmedikçe hareket etmezler.

Yemeleri, ibâdete lâzım olan aklı ve kuvveti bulmak niyeti iledir. Her şeyleri Allah içindir."
İmâm-ı Rabbânî de, bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Mukarrebler asla yakın
olanlardır. Rahat ve rahmet bunlar içindir. Kıyamet gününün korkusundan emîn olanlar
bunlardır. Kıyâmetin dehşetinden, başkaları gibi ürkmezler."
Bir de müceddidler vardır ki, İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dinine
sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlimlerdir.

Sünen-i Ebî Dâvûd'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Her yüz senede bir müceddid zâhir
olur (ortaya çıkar). Ümmetimin işlerini yeniler." buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî Ahmed
Fârûkî Serhendî'nin beyânına göre; "Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu ve bu ümmetin
Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine, İsrâiloğullarının
peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin vazîfeleri, bu âlimlere
yaptırılmaktadır. Bunun için, her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir
müceddîd seçilir. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir ülülazm peygamber (veya
resûl) gönderildiği ve onun işi bir nebîye (her yüz senede bir gönderilen peygambere)
bırakılmadığı gibi, bu ümmette de, tam bilgili bir âlim seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki
ülülazm peygamberlerin işini yapar."
Mîr Hüsâmeddîn demiştir ki: "Rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. Bir minber
(câmilerde hutbe okunan yer) üzerinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh ederek (överek)şöyle buyurdu: "Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum). Allahü teâlâ onu,
ümmetim arasında müceddîd kıldı."